6 Ağustos 2015 Perşembe

Narcissus ve Narsizm



"Ten canın aynasıdır, can tenin.
           Lakin olmaz can gözü her kimsenin."


Zamanın birinde;

Ekho, Narkissos 'u seviyordu. Issız bir kırda dolaşırken görmüştü onu ve hemen güçlü bir arzu kaplamıştı gönlünü. Kaç kez ona sokulmak, kaç kez içini açmak istemiş, becerememişti bir türlü; çünkü yaradılışı buna izin vermiyordu buna. Hera, konuşmamaya tutsak etmişti Ekho 'yu. Konuşabilmesi için başkasının konuşması gerekiyordu önce.

Ekho durmadan izliyordu sevdiğini. Narkissos bir gün arkadaşlarına, "Orada kim var?" diye bağırınca, ancak "Var." diyebildi Ekho. Ne ki Narkissos görmüyordu onu. "Gel" diye bağırınca, Ekho da kollarını açıp çıktı ağaçların arasından. Periyi gören Narkissos, şaşırıp kaçtı. Gönlünü yaraladığı kızlardan birisi tanrılara yalvararak, Narkissos 'un cezalandırılmasını ister. Tanrılar da "Başkasını sevmeyen kendisini sevsin. " buyururlar. 


Caravaggio 1597 -1599 (Baroque)



Dalgalarında gümüşler oynaşan berrak bir pınar, av ve sıcaktan yorulan Narkissos 'u çeker. Gidermek istedikçe artar susuzluğu ve birden, suya vuran kendi güzelliğine tutulup kalır. Bu imgeyi vücut sanır. Öpücükler sunar pınara. Ellerini daldırır sulara, fakat yakalayamaz güzeli: Gördüğünün ne olduğunu bilmez. Yanar tutuşur sevdadan.  Böylece, eriyip gider Narkissos. Öldüğü yerde ise Nergis çiçekleri bitiverir.

Ekho'ya gelince: Hâlâ oralarda, son sözcüğü tekrarlar durur.


Kendi yansımasına sürekli bakmaktan kendini alıkoyamayan ve su birikintisindeki yansımasına bakarak ölüp giden Narkissos kendini tanıma safhasında cisimde kalan insanı temsil eder. Narsizmin kökeni Narkissos 'a uzanır. İlk Narsist olmakla birlikte Nergis çiçeğine de ismini vermiştir.

Psikolojiden, sanata her alanı böylesine etkilemiş Narsist Narcissus! 

18 Mart 2015 Çarşamba

Trigliya, zeytinin memleketi..

                   




Bir sabah uyandığımda, içimdeki gitme isteğimin başlangıcı Trigliya. Ve evet bir Rum köyüne hoşgeldim. 
    

   O sabah uyanır uyanmaz çantamı hazırladım ve mükemmel kahvaltımı yapıp yola düştüm. Nasıl gideceğimi, hangi otobüs nereye gider bilmeden hem de. Halbuki böyle bir şeyi hiç yapmamıştım. Hazırlıksız, plansız bir yere gitmek mi? Her şey bir gitme isteğiyle de başlayabiliyormuş demek ki.

    Buraya çok kolay ulaşabilirsiniz. Önce bir otobüsle Mudanya'ya gidip , oradan Trilye'ye kalkan otobüslerle 20 dakikada  Trilyedesiniz. Geçtiğiniz tüm yollar zetin ağaçlarıyla kaplı. Uçsuz bucaksız zeytin, gökyüzü ve deniz! 

    Ben kasabanın girişinde indim ve en sevdiğim eski evler karşıladı. Herhangi bir sokaktan geçip meydana çıktım, arkamda zeytin ağaçları, önümde deniz.. Sokakta gülümseyen insanlar, küçücük zeytin dükkanları, sıcacık kahveler, güneşe sandalyelerini atmış dedeler.. Bir günlükte olsa kafa dinlemek isteyen bir insan için daha ne olsun. :)

     Fakat kasabanın girişinde olmalısınız. Burada olmanız çok önemli. Şimdi istediğiniz sokaktan geçebilirsiniz. Hepsi denize çıkaracak sizi. Önce denizin, yosunun kokusunu duyacaksınız. Denizden sonraki sokaklar sizi tepelere, zeytinlere, tarihe, anılara çıkaracak. Dokunarak hissediyorsanız, dokunmak isteyeceksiniz benim gibi. Evlere, zeytinlere, mekteplere, Bizans'a, belki Rumlara.. 

    İlk karşınıza çıkacak olan rengarenk Trilye Çarşısı. İçerisi 5-10 dakikada gezilecek kadar küçük fakat başa dönüp tekrar gezmek isteyeceğiniz için o süre 10 dakikayı aşıyor. :) Hem kendinize, hem de sevdiğiniz insanlara alacabileceğiniz dolu şey var. Ben magnet koleksiyonuma bir tane ekledim, bir de Himalaya Tuzlu sabun aldım. Fiyatlar oldukça makul. Yani kazıklanmıyorsunuz ve sahipleri çok tatlı insanlar :)

Trilye Çarşısı

Hemen karşısında bir kaç zeytin ve zeytinyağı satılan güzel dükkanlar var. Almadan dönmemeniz gerek. Bu tarafların kırma zeytini meşhur. Yemeye doyamazsınız ve bu zeytinler makinelerle değil, eller kırılıyor. Lezzeti de buradan geliyor sanırım. Küçük bir tavsiye buralara uğramadan dönmeyiniz :)



Buradan sonra dümdüz yürüyün deniz kendini önünüze serecek. Orda oturup küçük bir mola verebilirsiniz. Ben havadan ve havanın çabuk kararmasından dolayı molamı sonraya sakladım. Soldaki ilk sokaktan dönüp, biraz yukarı yürüdüğünüzde tarihin kokusu buram buram burnunuza değecek zaten. Nihayetinde eski adı Hagios Stephanos Kilisesi yeni adı Fatih Camii ile buluştum. Bizanstan kalan nadir örneklerden bir tanesi. H. 968 / M. 1560 tarihli kitabeye göre Kanuni döneminde camiye çevrilmiş bir kilise. Fakat Fatih Camii olarak isimlendirilmesi muamma bir konu. Genel yapı korunmuş, sadece minare ve mihrap sonradan ekleniyor. İçeriye girdiğinizde plakaların, pencere formlarının, giriş kısmının korunduğunu göreceksiniz.


Hagios Stephanos Kilisesi - Fatih Camii


Taş sokakların tadını çıkararak yukarı doğru tepelere yürürken bir taraftan da tarihten geriye yürüdüm. Nasıl güzel, nasıl hoş :)

Taş Mektep'e geldiğimde, içeri girilmemesi için tellerle çevrilmişti. Her ne kadar teller olsa da telleri aşıp içeri girdim. En fazla başıma yıkılırdı, zaten bir gün ölecektik. :)
Burası 1909'da Neo-Klasik tarzda okul olarak yapılıyor, daha sonra 1924'te ise şehit, öksüz, yetim çocuklar için Kazım Karabekir tarafından Dar-ül Eytam (Öksüz Yurdu) olarak açılmıştır. Oldukça harap olmuş durumda şu anda. Merdivenlerden çıkmak mümkün değil, biraz atlayıp zıplamak gerekiyor sadece. :) İçerideki zemin girilmesine izin vermese de bir kısmına göz atabilirsiniz. 

Taş Mektep

Ve tabii ki bu sırada çatıları bulutlara, pencereleri denize değen evler de göreceksiniz. 






Sonunda en tepedeyim. Arkamda zeytin ağaçları, karşımda deniz. Burnumda zeytinle, denizin kokusu elimde kahvem. Ve işte tam ordayım! Olmam gereken yerde.. 





Son olarak rakı - balık ikisilinden bahsetmek istiyorum. :) Aşağıda denize karşı mükemmel mekanlar var. Tam sevdiklerinizle, hoş müzikler eşliğinde rakı - balık yapılacak türden. Fakat ilkbahar ya da yaz aylarında gitmeniz daha güzel olacaktır. 



Sevgiler, öpücükleeeeer Trilyeden! :)

6 Ağustos 2013 Salı

Rembrandt

       Rembrandt Harmenszoon van Rijn 17. yüzyılın Hollandalı ressamdır. Hollanda’nın Leiden şehrinde 15 Temmuz 1606 günü dünyaya gelmiş ve 4 Ekim 1669’da Amsterdam’da ölmüştür. Orta tabakanın altında bir âilenin çocuğudur. Tablolarında fırça çalışmaları ifâde niteliği yüksek özellik taşır. Birçok yazarın sayfalar dolusu anlatmak durumunda olduğu konuları Rembrandt, fırçası ile ifâde etmiştir. Kendisi "Işığın ve gölgelerin ressamı" olarak da anılır. Eserlerini yaptığı dönem genellikle Hollandanın altın çağı diye adlandırılan dönemdir. Rembrandt, ilk resim stüdyosunu 1625 yılında kurmuş ve eserlerinin yapımına bu yıl profesyonel olarak başlamıştır.Hayatının en önemli dönüm noktası 1656 yılında yaşadığı iflas ve eserlerinin tümünün açık artırma ile satılması olmuştur.




       Teknik olarak; Rembrandt, sanat hayatının erken dönemlerinden itibaren açık ve koyu renklerle oluşturduğu kontrasta dayanan bir teknik kullanmıştı. İtalyalı ressam Caravaggio’nun ün kazandırdığı bu teknik, Rembrandt tarafından özellikle dinsel ve tarihsel tablolarda önemli olay ya da kişilere vurgu yapmak için kullanılıyordu. Rembrandt’ın bu tarz çalışmalarında boya henüz kurumadan yapılan ve alttaki tuval parçasını ortaya çıkaran kazıma tekniği önemli bir yer tutuyordu. Koyu zemin üzerinde beyaz kurşun kullanımı da tablolarında özellikle ışık huzmelerini belirginleştiren bir yöntemdi.

       Sanat hayatının ilerleyen dönemlerinde Rembrandt “kaba iş” denen bir başka tekniği de başarıyla kullanmıştır. Bu yöntemde boya tablonun her yerine yoğun ve geniş bir biçimde dağıtılıyordu. Bu tabloların çoğunda, örneğin elller ve yüzler üzerinde oldukça ince, pürüzsüz bir çalışma yapılırken; özellikle giysilerde boya, yoğunluk ve kabarıklık hissi verecek biçimde bol tutuluyordu.


       Erken dönemlerde parlak renkleri tercih etmiş olan Rembrandt, ilerleyen yaşlarında daha yumuşak renklere yönelmiştir. Mor, bronz yeşili ve donuk sarılar en sık çalıştığı renkler oldu. Ömrünün sonlarına doğru ise koyu kırmızı, kahverengi ve altın sarısı sanatına ruh veren renkler haline geldi.


                                                              Banyoda Batşeba



                                                               Anatomi Dersi


                                                                 Portre Çalışmalarından


                                                           Portre Çalışmalarından


                                                          Portre Çalışmalarından

22 Ocak 2013 Salı

Pieter Brüegel

   16. yüzyılın Flamalle ressamı bu sanatçının resim yaptığı dönem biraz da Maniyenizm dönemine giriyor. Bugünkü Belçika sınırlarında yaşadı. 1553'lerde Romaya gitti. Roma'dan döndükten sonraki 10 yıl içinde Flamalle Bölgesinin köylülerini resmetti. Bu tablolarda düğünlerde dans edenler, tarlalar, oburca yiyip içen neşeli, canlı, kaba, saba köylüler yer alır. Bu sanatçının resimlerinde artık gerçekçi manzara tasvirleriyle karşılaşıyoruz. Resimlerini yaparken gerek atasözleri, gerek deyimler, gerekse günlük hayatın getirdiklerinden etkilenerek yaptığını görüyoruz.

   En önemli resimlerini 44 yıllık yaşamının son zamanlarında verdi. Dini konulu resimlere ayrı önem verdi. Müneccim Kralların Tapınması resmi bugün Londra Ulusal Galeridedir. Son dönem resimleri dünya­ya bakışını, doğanın bağımsızlığı karşısında insanoğlunun güçsüzlüğünü, kimi kez de acı­masızlığını ve ahmaklığını yansıtır. Buna kar­şın, yapıtlarında umutsuzluk yoktur. Bu da Bruegel'in doğal güzelliğin her biçimine duy­duğu hayranlıktan ve dünyaya alaycı bir gözle bakabilmesinden kaynaklanır.



   Resimleri diğer sanatçılara göre renk, fon, kompozisyon açısından yalın. Bazı resimlerinde hayali tasvirlere yer veriyor. Yine diğer sanatçılardan farklı olarak resimlerini ışık, gölge oyunlarından yararlanmadan yaptı zira ışık bir yerden geliyor gibi değil de her yerden geliyor gibidir. Bu yönüyle bilindik şemanın dışına çıkıyor sanatçı.  Sert geçişler yoktur. 


                                                   Kış Manzarası Resmi





                                                                 Babilin İnşası




                                                                    Hasat




                                                                Köy Düğünü

                                                       


26 Ağustos 2012 Pazar

Giotto di Bondone!

Fransızca’daki Renaissance («Yeniden Doğuş») terimi, İtalyanca’daki rinascimento veya rinascita terimlerinin karşılığıdır. Avrupa sanatlarındaki yenilenme, kökenini İtalya’da bulur. Rönesans yeniden doğma ve canlanma demektir bu yeniden doğuş düşüncesi İtalya'da ta Giotto zamanından beri yayılmaya başlamıştı. Bu dönemde sanatçılar antik çağa birnevi geri dönüş yaptılar ve Yunan mitolojisinden alınan konular işlenmeye başladı. 



Giotto kimdir?

Giotto, Cimabue'nin öğrencisi olan İtalyan ressam ve aynı zamanda mimardır. Floransa Katedralinin kırmızı, siyah, beyaz mermerle kaplı çan kulesi Giottoya aittir ki bugün hala ayaktadır. Bunun yanında bir çok kilise ve şapelin fresklerini yaptı. Fresklerinde Hristiyanlıkla ilgili konulara yani azizlere, meleklere, Hz. İsaya yer verdi daha çok. O dönemde önemli figürü vurgulamak için resmin kendi içinde düzenlemesine önem veriliyordu. Giotto da bunu kullandı. Çağına göre daha gerçekçi bir üsluba sahip. Figürlerin yüzlerinde duyguları belirtti, elbise kıvrımları hacimli görünüm kazandı. Zaten kendisi resim sanatında ışık ve gölge ile plastik resim sanatının öncüsüdür. Buna bağlı olarak da diyebiliriz ki; resme perspektifi yavaş yavaş getiren ressamdır. Bu da Rönesansı Gotikten ayıran önemli farklardandır.



İtalyan resminin hala bütün Orta Çağ avrupasını etkileyen Bizans geleneğine bağlı olduğu bir dönemde, Avrupa Sanatı Giotto ile gerçekliğin tadına varırGiottoya kadar Avrupa resmi Bizans resminin devamından başka bir şey değildir. Aslında sanatını biraz da tabiata borçludur desek yanlış olmaz. 



Giotto'nun olduğu sanılan yedi panoluk İsa nın Yaşamı dizisi Boston. Floransa, Londra, Münih ve New York müzelerine dağılmış durumdadır. Giotto'nun resimlerinin belirlenememesinin nedeni, yapıtlarının çoğunu imzalamamış olmasıdır. İmzalı resimlerinin çoğunu ise yardımcılarının yaptığı sanılmaktadır.